17 Aralık 2014 Çarşamba

Dağınıklık Üzerine


Dağınık bir oda benimle özdeşleşmiş bir şeydi her zaman. İnsanlar hep toplamamı söylediler, bense hep toplayıp sonrasında dağıttım. Bir de Einstein'a atfedilen bir söz var "İnsanlar dağınık bir masanın dağınık bir aklın yansıması olduğunu söylüyorlar, o zaman boş bir masa neyin göstergesidir?" şeklinde. Marco Polo dizisini izlerken fark ettim, Incognito kitabında okuduğum bir kaç şeyle birleştirdim -sanırım ilginç şeyleri toplatıp birleştirmek benim alanım- ve aslında düzenli masadan bahsedenlerin haklı olduklarını kabul etmeliyim. Aklım şu karmaşık odadaki gözüme çarpan her şeyin herini aklında tutmaya çabalıyor. Hangi kitap nerde, hangi kablo nereye uzanıyor, hangi çamaşır neden orda, yatağın üzerine neleri attım.... Birisi bir şeyin yerini sorduğunda uzanıp onu buluyorum. Bu dağınıklığın bir düzeni var ve bu düzenin bedeli benim aklımda tutulması gereken daha karmaşık çeteleler oluyor. Sanırım insan kitaplarının olduğu odada çalışmamalı veya uyumamalı. Çalıştığı odada hobilerini bulundurmamalı veya nereye koyacağını bilmediği eşyalarını yattığı odadaki gardrobun üzerine istiflememeli. Sakin bir zihin için daha az şeyle meşgul olmalı. 

Bir ara kafaya takmıştım, yeni bir hayata başlamam gerekirse günün birinde, üzerime giydiğim her giysinden en fazla üç parça almalıyım diye. En fazla üç pantolon, üç tişört, üç çorap... Bu sistem aslında ne giyeceğim, hangisi temiz, nereye gidersem ne lazım sorularını bir anda basitleştiriyor gibi görünüyor. Yine Einstein için söylenir değil mi, aynı takım elbiseden beş tane almak gibi ilginç bir hareketi varmış. Kafasını boş işlere takmaktan bıkmış sanırım. İşe gidebileceğim 5 yol varsa bugün hangisinden gitmek gerektiğini neden düşüneyim. Otomatik pilotta gitmek ve giderken daha önemli olduğunu düşündüğün şeylere odaklanmak daha manalı. 

Öte yandan başka bir sıkıntı var bu mantıkta. Neden hep bir şeyleri önemseyip ön plana çıkarıyoruz? Olduğu gibi olsa ya her şey. giderken gitmeyi düşünse insan, gelirken gelmeyi. Ne işi, ne parayı, ne geçmişi ne de geleceği... Tüm düşünceler aslında kaygıdan kaynaklanıyor ve aslında düşünmek ne kaygıyı azaltıyor ne de işe yarıyor. Belki olabilecek binlerce olasılıktan birkaçını düşündüğümüz için kendimizi geleceğe daha hazır hissediyor olabiliriz o kadar. Kim geleceğe hazır olabilir ki? Kendimize güvenmemenin bir etkisi mi bu? Sakin bir kafa ile sevdiğimiz şeyler üzerine uzmanlaşıp kendimizi oluşabilecek her olasılığa karşı güvende hissetme yalanının dışına çıkıp, ne gelirse hayırlıdır diyerek geleceksiz yaşamanın yollarını bulmak lazım belki de. Boş bir masa, aklımı dinlendirip, içimdeki sürekli ertelediğim "burayı bir ara toplamalıyım" düşüncesini yok etmenin bir yolu. Masayı yeniden dağıtmamak da sanırım otomatik pilotta yaşamamanın bir sonucu olur, bir şeyler yaparken başka şeyler düşünmeye başladığında aslında çevrende olup bitene ilgini kaybediyorsun. Bir Zen öğrencisi olsaydım hocamdan sürekli dayak yerdim sanırım. 

Sanırım bu hayatta hiç bir şey kesin değil, kesinlik arayışı işi daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramıyor. Aklını rahatlatmanın bir yolunu bulmalı insan, bunun yolu dağınıklıksa bırak dağınık kalsın. Bunun yolu toplamaksa topla gitsin. Bazen bazı şeylerin toplanmaması gerekir, çünkü sizden toplamanızı isteyen insanlar başta sizin ruhunuzu dağıtmış insanlardır. Ruhu dağınık biri neyi toplayabilir? Bırak ruhunu dağıtanlar, ortalığın dağınık kalması ile ilgilensinler. Sen ruhunu topla önce.


28 Haziran 2010 Pazartesi

Giderayak

Buraya Nazım usta yakışır dedim:

Giderayak işlerim var bitirilecek
                                                   giderayak
Kurtardım ceylanı avcının elinden
                  ama daha baygın yatar, ayılamadı
Kopardım portakalı dalından
                  ama kabuğu soyulamadı
Oldum yıldızlarla haşır neşir
                  ama sayısı bir tamam sayılamadı
Çektim kuyudan suyu
                  ama bardaklara konulamadı
Güller dizildi tepsiye
                  ama taştan fincan oyulamadı
Sevdalara doyulamadı

Giderayak işlerim var bitirilecek
                                                   giderayak

18 Nisan 2010 Pazar

Gecenin Yüzleri - Eskiyeni -

Henüz ışıklar sönmemişti ve insanların yüzlerindeki kırışıklıklar gerçek yaşlarını gösterebiliyordu. Her yüzde mutlaka bir faça, eski savaşların vahşetinin göstergesi olarak, parlıyordu. Ağırdı insanlar, yavaştı henüz, duman bulutlarının altında sıralarının gelmesini bekler gibiydiler. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme, yalnız onların bildiği bir şeyin varlığından kuşkulandırıyordu.

Gece ilerledi, ışıklar azaldı ve alkol aklı soldurdukça yüzler de değişmeye başladı. Kırışıklıklar belirginliğini kaybetti yavaş yavaş, herkes gençleşiyordu! Onlar genç savaşçılar haline geldiler ve façalar da derinleşti, damla damla kan sızmaya başladı keskin kenarlarından. Herkes yeniden en iyi zamanlarına kavuştu, herkes genç, deli, kuvvetli, hırslı ve korkunçtu! Gecenin yüzleri her yerdeydi artık!

6 Mart 2010 Cumartesi

8 Martta Kadınlar Üstte

Cinsellik  ve cinsel ilişki gerçeğinin yarattığı sorunların kadın ezilmişliği ile olan ilişkisi sanırım ayrıntılı olarak işlenmiştir. Yatakta başarısızlık korkusunun yarattığı tüm tramvaları bastırma yolu olarak kaba kuvvet ve hakaretin kullanılması başka bir tramvalar silsilesine sebep olmuş. Ondan sonrası ise sanırım 5 maymun deneyine benziyor, kimse neyi nasıl yaptığını bilmiyor, küfür ediyor fakat küfürlerin neden hep sevişmekle alakalı olduğunu sorgulamıyor. Namus kavramının  hep kadın anlamına geldiği, vajinaya girme eyleminin daima bir tecavüz fikri ile havalarda uçuştuğu, kadının bedensel güçsüzlüğü sebebiyle tecavüz edilebilirliği ve bir erkek korumasına muhtaç olduğu algısı gibi sayısız saçmalığın içinde yaşamak ve yalnız "kadının hakkı var" diye bağırarak kadınların hak ettiklerini elde edebileceğini sanmak da bir zayıflık değil mi?

Erkek madem ki kendi tramvasının bilinçaltı korkusu sebebiyle içgüdüsel ve öğretilmiş önlemlerle kendi ruhunu koruyor, belki kadın da aynı yöntemlerle erkeğe karşı durarak kendi ruhunu kurtarmak zorunda. Sokakta baba-koca düz gidip, bacaklarını kapatmadan oturarak, tecavüz fikrinin kadınların da yapabileceği bir şekilde genişlemesini sağlayarak, yatakta baskın sevişerek ve bunu arzulamaktan utanmadığını özgürce söylerek mücadele etmelidir. Erkek kadının bir isteği olduğu, isteklere boyun eğmek yerine talep ettiği bir ortamda ne kadar baskıcı olabilecektir? Stanford Hapishane Deneyinin bize gösterdiği de bu değil midir? Kadın mahkum gibi davrandıkça ve toplum erkeğe gardiyan vazifesini yükledikçe sorunların çözülmesi mümkün müdür?

O halde en aykırı çağrı benden 8 mart sevişgenlerine gelsin:

8 Martta Kadınlar Üstte!!!

3 Mart 2010 Çarşamba

Yeniden Doğumun Şafağında

Yeniden Doğumun Şafağında
Yazan
Halil Onat Tuğrul
Hayatında ilk defa, o gece, gerçekten sevişti. Hayatında ilk defa erkeklik ve güç kaygısı olmadan, utanmadan, sıkılmadan, eksiklik hissetmekten korkmadan, doyurmak derdine düşmeden doyurduğunun farkına vararak, gözlerinden ve penisinden çok tenini kullanarak, ilk defa beyaz pamuksu bedeni hayvansı arzuların salyaları yerine içindeki ateşin sıcacık soluğu ile sararak sevişti. Gözlerinin önündeki güzelliğin her ayrıntısını aklında tutmaya çalışıyor; kalçalarının beliyle birleştiği kıvrımları, göğüslerinin yumuşaklığını, soluğunun sıcak kokusunu beynine kazıyordu. Bunu unutmamalıydı, bu kıpkırmızı an gri dünyanın gerçekliğinde yitip gitmemeliydi. Onun bedeninin her parçasını istiyordu bilinçsizce, sanki kollarının arasında sıktırarak kaburgalarının arasına, ait olduğu yere, yani yıllardır onu bekleyen kalbine sokabilecekti.
Rahatlayamazdı artık! Kasıklarında yumru olup yerleşmiş ışığı kör edici bir aydınlıkla her yanı kaplasa bile, ona huzur yoktu. Rahatlamak için onunla bir olduğunu hissetmeliydi, vücudunun her santimine aynı anda dokunabilmeliydi. Bedeni bu ateşin içinde erimeli, yatağın kıvrımlarında çağlayarak onun suyuna karışmalıydı. Rahatlamak eğer içindeki ağır birikimin yok oluşu demekse, onun için ancak böyle mümkün olacaktı. Bugün hayatının son günü olmalıydı, o yatakta ölmeliydi ve güneşle birlikte yeniden doğmalıydı. Güneşle birlikte kadınına gülümseyerek yeniden doğacaktı.
İşte içinde bunlar akarken ve kalbindeki coşku zaman içinde hayal edemeyeceği bir tempoya ulaştığında, tiz seslerin doruğuna çıkmaya çalışan sopranosuyla birbirlerine sıkı sıkı sarılarak ve yekvücut kramp girmişçesine kasılarak tükendiler. Boşalmamıştı, tükenmişti! Yaşam enerjisini kadınına vermiş ve o güne kadar sürdürdüğü hayata veda etmişti. Fakat alevin son çırpınışları gibi ağır ağır aldığı nefeslerinde sönmenin hüznü değil, külleri arasında eşinen anka kuşuna hayat vermenin sevinci vardı. Sevinci kollarındaki kadının kokusu ile harmanlanıp köze döndü ve sonrasında uykuya dalması sadece birkaç saniye sürdü.
Sabah güneşi odanın duvarlarını döverek horozluğunu yapıyordu ki bir bebeğin şaşkın ve meraklı bakışları ile karşıladı günü. Hemen kollarının arasında bıraktığı o güzelliğe döndü; gitmişti! İnanamadı, yataktan kalktı evin içinde dolaştı, bulamadı. En ufak bir şey yoktu ondan geriye, bir koku kırıntısı için yastığa eğildi. Gözyaşları yastığı ıslatmaya başladı. Ona ulaşmanın yolu yoktu, belki yıllarca aynı sokaklarda gezerse rastlardı ama onu tanıyabilir miydi? Kokusunu bir kere duysa, tanırdı! Bir an için umut dolan yüreği yeniden ağırlaştı, denizin dibindeki kumlara gömülen bir çapa gibi onun yastığına gömüldü. Bulsa bile, tanısa bile; o, dün geceki kadın olmayacaktı!
Geçmişte yattığı bazı kadınların nasıl da ısrarla peşinde koştuklarını hatırladı, o zamanlar gecelerin sevdasını gün ışığında görmeye dayanamazdı. Şimdi ise, o sevginin gerçekliğine ihtiyaç duymayı, o gerçeklikte yaşamaya değer bir hayat bulabilmeyi anlayabiliyordu. Tavana dikilmiş gözlerinden kopan iri damlalar, yanaklarından süzülerek yastığına iniyordu. Eliyle sildi onları, yeniden altı yaşında çocuk gibiydi. Gözyaşlarının tuzlu acısı dilini yakarken bir tek şeyin gerçek olduğunu idrak etti: Güneşle birlikte yeniden doğmuştu!
Halil Onat Tuğrul
Şubat 2010

9 Şubat 2010 Salı

Market

Bir süpermarketin reyonları arasında dolaşıyordum. Yalnızdım, kendi halinde alışveriş yapan insanların arasında amaçsızca ürünlere bakıyordum. Sanki sonsuz bir labirentti burası, reyonlar arasında labirentteki fareler gibiydik. Bir girişi ve çıkışı yoktu, biz bu dünyanın esirleriydik.
Meyve ve sebzelerin arasında dolaşırken bir portakala çarptı elim, yere düşen portakal yuvarlandı gitti. Yavaş yavaş yanına yürüdüm, eğilip yerden aldım. Pütürlü yüzeyinin küçük kıvrımları arasından tıslamayla karışık bir ses geliyordu. Hani portakalın kabuğunu sıkınca yağ fışkırır, turuncu sıvı her tarafa ekşi bir esans yayarak dağılır. Aynen öyleydi işte, zedelendi sandım. Sıkmamaya dikkat ederek, reyona geri koyacaktım ki bir savaş çığlığı yükseldi sanki, portakalı elimden korkuyla fırlattım. Bütün reyonlardan meyveler havaya fırlamaya başlamıştı, sanki içerde biri varmış da her şeyi dışarı atıyormuş gibi salatalıklar, domatesler havada uçuşuyordu. Pırasalar dağdan aşağıya itilmiş tomruklar gibi yuvarlandılar, mandalinalar giysilerini yırtan insanlar gibi kabuklarını soyuyorlardı, narlar çatırdayarak parçalanıyor taneleri her tarafa kıpkırmızı dağılıyordu.
 İnsanlar önce bu değişimi fark etmediler, aptallaşmış gibiydiler, kafalarını önlerine eğmiş işlerine devam ediyorlardı. Hayretle çevreme bakıyordum, giysilerim, ellerim, kollarım sarı-turuncu yağa bulanmıştı, parmaklarımın uçlarından nar suyu akıyordu, kan kırmızısıydı! İki adım atıp kendimi kurtarmak istedim bu pislikten ama aynı anda bir muzun sırtından pelerinini çıkarır gibi çıkarıp önüme kilim niyetine attığı kabuğuna basarak, yerde beni bekleyen domateslerin üstüne düştüm. Kıpkırmızı, çok tatlı ve kokuluydular. Gerçek bir sahtelik vardı hallerinde, güzellikleri korkutucuydu. Sanki pis pis bakıyorlardı, binlerce domates çekirdeği binlerce göz olmuş, vücudumu sarmıştı.
Son bir gayretle doğruldum ve o zaman fark ettim ki tüm insanlar reyonlardan fırlamış ürünlerin içine boğazlarına kadar batmışlardı; kimi korkuyla çevresine bakıyor, tutunacak bir yer arıyor, kimi hiç umursamadan reyonlar arasında yüzerek dolaşıyordu.
 Benim gibi, çevresini saran ürünlere korkuyla bakan bir kıza doğru ilerleyeme çalıştım. Dağılan yoğurt ve sütün içinde boğulmamak için reyona tırmanıyor, dişleri soğuktan takırdarken, gözleri bulunduğu yerden bir çıkış yolu arıyordu. Pisliğin içinde yüzen balıkların, koşturan tavukların yanından geçtim, her tarafımı yalayan dana dilleriden kurtulup, dans ederek çalkalanan ayranların arasındaki kıza ulaştım. Kolundan tutup “korkma, hadi gidelim” dedim. Kız beni duymuyor gibiydi, ona dokunduğumu fark etmemişti bile. “Bırak beni” diye bağırdı biri, kırılan bir kemiğin çatırtısı gibi içerden bir sesti. Kızın kolu sert bir hareketle itti beni, reyondan aşağıya düştüm. O anda arkamdan, yoğurt ve sütün ortasında yere çarpan kalçamdan bir çığlık yükseldi. Artık sesler de değişiyordu. Görüntüler bulanıklaştı, ayağa kalkmaya çalışırken ayaklarımın beni taşımayı reddettiğini anladım. Karanlık büyüdü, hissizlik sardı her yanı, boşlukta gibiydim artık. Ben diyeceğim bir şey kalmamıştı, bulamacın içinde eriyordum.
Süpermarketteki tüm ürünler bir araya gelmiş, birleşmişlerdi. Onları tüketen biz insanları da aralarına aldılar, hep birlikte kendi sınırlarımızı bozup daha büyük bir yapının parçası olmaya başladık. Ben bitiyor, biz başlıyordu burada. Fena değildi belki bu hal. Ama oluşturduğumuz şeyin pislikten başka bir şey olmadığı duygusu yok mu, işte o beni kahrediyordu!


08.11.09

Yaşamak Güzel Şey

Yatağın içinde dönerek, mayışarak, yavaş yavaş tadına vararak uyandım. Aylardan sonra ilk defa huzurlu bir uyku çekmişim, güneş ışığı uyandırmış beni, çalar saat, telefon her şey kapalı. Her zamanki huzursuzluk kaybolmuş, yalnız yüreğimde bir sızı var, o kadar.

Kalkıp balkona çıkıyorum, sıcak yataktan sonra serin bahar havası çarpıyor, üşütüyor. Fakat mutluyum, güneşin sıcaklığını, mayısın serinliğini vücudumun her noktasında duymaya çalışıyorum. Önümde güzel bir perşembe sabahı, hareketlenen bir kent var.

Sonra içeri geçip geçip mutfağa yöneliyorum, aylar sonra ilk defa özenilmiş, uğraşılmış bir kahvaltı yapabileceğim. Biraz sucuk, iki yumurta buluyorum, dolabın derinliklerinden haşhaş ve köy peyniri çıkarıyorum. Köyde kalan tek akrabamız Mustafa amcaya teşekkür ediyorum; öyle sessizce değil, bağırarak! Odalarda yankılanıyor sesim. 

Yemekten sonra duşa giriyorum. Bir güzel kırklanıyorum, acelem yok. Babannem olsa “su guşu” derdi diye düşünüyorum içimden, gülüyorum ve haykırıyorum: “Su Kuşu!”. 
Bugün sakallar kesilmeyecek, her şey doğal. Takım elbiseyi boşverip bir kot bir penye buluyorum kendime. Ceketimi giyip fırlıyorum dışarı.

Arabaya doğru ilerlerken, arkamdan bizim apartmanın kapıcısının oğlu dışarı fırlıyor. Hayta yine okula geç kalmış. Yanımdan geçerken tutuyorum kolundan, “Aman Hasan abi!” diye yalvarmaya başlıyor, “Geç kaldım zaten!”. “Dur bir dakika!” diyorum, “Al bakalım şunları, yarın benim daireye gir bilgisayarımı al”, anahtarları bırakıyorum avcunun içine, gülümsüyorum; “senin olsun!”. Şaşkın bakışlarla kalakalıyor öylece. Arabama binip uzaklaşıyorum. 

Göztepe'den Boğaziçi köprüsüne doğru gidiyorum. Büroya uğramam lazım, Maslak'a. Ordan Sarıyer'e bakımevine geçeceğim. Sonra güneş hala denizin üstündeyken geri dönmüş olurum. 

Büroya giriyorum, herkes korkuyla bana bakıyor. Büronun en çalışkan elemanıydım bir hafta öncesine kadar, bendeki bu değişikliği anlamıyorlar elbette. “Oğlum nerdesin, bir haftadır geç kalıyorsun zaten bugün ipin ucunu iyice kaçırdın, Bekir bey köpürdü, 'odama gelsin direk' dedi” bana doğru süratle yürüyen İlker'in ağzından bir çırpıda dökülüyor bunlar. Sabahtan beri belli ki birkaç prova yapmış. Yanıma yaklaşınca üzerimdeki elbiseleri, bir günlük sakalımı farkediyor. Aptal aptal suratıma bakıyor. Gülümsüyorum, anlam veremiyor bana, onun bu halini sevdiğimi düşünüyorum. Sonra daha da ileri gidip sarılıyorum ona. “Seviyorum lan seni” diyorum, bir erkeğin bir erkeğe, onu sevdiğini söylemesi garip geliyor. Ama güzel, içindekileri yargılanmaktan korkmadan, olacakları düşünmeden söyleyebilmek gençleştirici bir şey. Her adımda yüzümdeki gülümseme, içimdeki mutluluk artıyor. Sonra dalıyorum Bekir'in odasına!

“Oo, Hasan Bey teşrif etmişler sonunda” diyor, aklınca alay ediyor benimle, paylamaya başlayacak şimdi. Kapıyı arkamdan kapatıp gülümseyerek üzerine yürüyorum. Bozuluyor, korkuyor. Sandalyesinden kaldırıp bir yumruk atıyorum yüzüne; yumruğum yüzüne tam oturmuyor, çenesini sıyırıyor fakat adam yine de yere yuvarlanıyor. İçimde kalacak bunu yapamazsam, insan şu hayatta düzgünce bir yumruk atmadan ölmemeli. Atlıyorum üstüne, tam yanağının ortasına bir sağ kroşe yolluyorum, çırpınan adamın kaşına geliyor, kaşı açılıyor. Bir de sol kroşe yolluyorum ve sonunda yumruğu oturtmayı başarıyorum. 

Ellerimdeki kanı silerek odadan çıkıyorum, kalem tutmaya alışık ellerim çok acıyor. Kaba kuvvet hiçbir zaman hoşuma gitmemiştir fakat bazen bazı şeylerin yapılması gerekiyor ve bu kez mutluyum. 

Arabaya atlayıp Sarıyer'e geçiyorum. Bakımevinin bahçesinde, çiçekleri severken buluyorum onu. Annem son üç yıldır burda. Beni tanımayacağını bilsem de yanına gidiyorum ve “Anne ben geldim, oğlun Hasan!” diyorum. Boş bakışları var annemin, karşısındakini görmüyor. “Ayvelilerin Hasan mı?” diyor. Beni kocası sandığı günler geçmiş, çok daha öncelere gitmişiz. Belli ki çocukluk arkadaşlarından birine benzetiyor. Ama hüzünlü değilim bu kez, dayanamazdım onu böyle görmeye, gözyaşlarımı tutamazdım hiç. Bu kez mutluyum, biraz buruk da olsa gülümsüyorum. Alzheimer ilk defa güzel geliyor; hatırlayamamak, bağlanmamak yani kaybetmemek demek. Belki ilk defa işe yarayacak şimdi, bir kadını oğlunun ölümü ile yüzleşmekten kurtaracak. Sarılıp öpüyorum doya doya, tanımıyor beni ama sevgiyi hissediyor. Gözlerinden tombul yanaklarından öpüyorum onu, kokusunu içime çekiyorum: “Yaşamak güzel şey anne” diyorum alçak sesle, “Teşekkür ederim!”.

Tekrar atlıyorum arabaya, güneş şimdi tam tepede. Camı açıyorum, rüzgar püfür püfür eserek içeri doluyor. Sahil yolundan Ortaköy'e kadar sakin sakin gidiyorum, tadını çıkartarak. Tanıdığım sevdiğim herkesi gördüm bugün, herkese veda ettim. Ne kadar küçük bir hayatım varmış. 

Eski sevgilime de uğrasam mı? İki sene oldu be, hem ne Hande'yi ne de ondan öncekileri çok da umursamadım. Belki Banu, yirmi yaşımın deli aşkı Banu! Ulan on beş yıl olmuş, ben hala ne düşünüyorum. 

Gülüyorum kendi kendime, esen rüzgar ve deniz kokusu sarhoş ediyor: 
“Yaşamak güzel be!” diyorum.

Doktordan tetkikleri alalı bir hafta oldu. Bir haftadır kıvrandıran bir ağrı gibiydi bu fikir; işe geç kalıyorum, yemek yemeği unutuyorum, dalgınım, mutsuzum. Bildiğimiz bunalım hali işte. Ölüm fikri giderek büyüdü içimde ama sonunda yendim onu ve en sonunda bugün kendimi de yendim, yıllardır uyuduğum kozadan çıktım. 

Boğaz köprüsünün üstünde arabayı durdurup dışarı çıkıyorum. Koşarak trabzanlara tırmanıyorum. Güneş denizin üstüne düşmüş, pırıltılar her yanda, Ortaköy Camisi, ilerde Karaköy, Haliç, Sarayburnu, Kızkulesi ve Marmara. Rüzgar içime işliyor, saçlarımın köklerinde hissediyorum, ruhumu hafifletiyor. Trabzanların üstünde bir ip cambazı gibiyim, kollarımı açıyorum denize doğru dönüyorum. İçimden mi söylüyorum yoksa bağırıyor muyum bilmiyorum:
“Yaşamak güzel şey be!” 


02.11.09


yıllar sonra yeniden

Nerden çıktı gene bu blog sayfası önüme, halbuki çoktan unutmuştum. Fakat unutmuyor şu sanal ortam denen beyin. Neden başlamıştım buraya yazmaya, yazmak mıydı temel amaç yoksa gösteriş yapmak mıydı? Bakın ben yazabiliyorum adamı... Sanki yazdıklarım çok matah şeylermiş gibi övünürdüm o zamanlar. Şimdi ise sorunumu daha net görüyorum, çözmedim henüz belki ama görüyorum. Gerçekten yazabilen insanların arasına karıştım, ağzım açık izliyorum bazılarını; bazen delice imreniyorum, kızıyorum kendime, ben de böyle yazabilmeliyim diyorum.

Hele bir de şimdi hayat bizi sistem çarkları arasına sokunca, aslında yazmanın ve yaşamanın daha da bağlantılı olduğunu görüyorum. Çevremdeki insanların küçük kalmış hayallerine üzülüyorum, sorunlarını analiz edebildiğim insanların gözlerini kapatmalarına üzülüyorum ve benim gibi gören fakat "bana ne" diyerek devam edebilenlere biraz imrensem de onları da onaylamıyorum. 

Sonuçta olay hep "bir şey yapmalı" feryadına bağlanıyor. Fakat bu bir şey çoğumuzun dediği gibi dünya veya insanlar için mi yoksa sırf yaşadığımız duygusunu daha derinlere taşıyabilmek için mi?

Çok da umursamamalı bence, sorulacak tek soru var: mutluluk nerde?

2 Ağustos 2008 Cumartesi

pek boktan bir şey şu insan ilişkileri!!!

empati yeteneğime güvenirdim ve fakat pek çok yanlışımdan sonra onu da sorgulamak zorunda kaldım. eninde sonunda intikama dayalı bir yaşam sürdüğümü öğrenip üzüldüysem de, çok da kafaya takmadım. sonuçta böyle bir hayatta biri size bir şey yapmadıkça siz de yapmıyorsunuz kavgalar anlaşmazlıklar olmuyor pek.
fakat bu günlerde belki de ilk defa farklı bir şey yaşadım ya da daha kötüsü bunu yeni keşfediyorum; eğer karşımdaki benim ona yapmayacağım şeyleri yapıyorsa ve intikam dediğimiz şey çok da mümkün değilse ne olacak? yani burda yanıp tutuşarak oturacak mı bu fani? ya da belki birkaç kavga çıkarıp uslanacak mı? çıkan kavgalar hatayı önleyecek mi yoksa örtecek mi? sonuçta elimi eteğimi çektim biraz düşünmeye karar verdim. dedim ya azizim pek boktan bir şey şu insan ilişkileri, düşüncesizce hareket etmeye hiç gelmecek gibi duruyor.

8 Kasım 2007 Perşembe

aydınlanma

hiç bir rüzgarın fayda etmediği o hedefsiz geminin nereye gideceğini bilmeyen kaptanı artık gitmek istediği istikameti az çok kestiriyor ve iyi görüyor bu istikametin fırtınalarla kaplı tehlikeli denizlerini. geminin burnunda yüzüne çarpan deniz kokusuyla özgürlüğü hissettiği, yelkenlerini dolduran rüzgarlarla pupa yelken yolculuklar bir daha asla olmayacak belki de! belki de hep yağmurlarla yıkanacak yelkenleri, dümenin yekesini tutmak zorlaşacak belki yıllarca. ama yine de bu kaptan gidecek o yolu, o fırtınalı denizlere sonunu hiç bilmeden hiç düşünmeden girecek sadece sevdiğinden hem de, çok sevdiğinden!