9 Şubat 2010 Salı

Yaşamak Güzel Şey

Yatağın içinde dönerek, mayışarak, yavaş yavaş tadına vararak uyandım. Aylardan sonra ilk defa huzurlu bir uyku çekmişim, güneş ışığı uyandırmış beni, çalar saat, telefon her şey kapalı. Her zamanki huzursuzluk kaybolmuş, yalnız yüreğimde bir sızı var, o kadar.

Kalkıp balkona çıkıyorum, sıcak yataktan sonra serin bahar havası çarpıyor, üşütüyor. Fakat mutluyum, güneşin sıcaklığını, mayısın serinliğini vücudumun her noktasında duymaya çalışıyorum. Önümde güzel bir perşembe sabahı, hareketlenen bir kent var.

Sonra içeri geçip geçip mutfağa yöneliyorum, aylar sonra ilk defa özenilmiş, uğraşılmış bir kahvaltı yapabileceğim. Biraz sucuk, iki yumurta buluyorum, dolabın derinliklerinden haşhaş ve köy peyniri çıkarıyorum. Köyde kalan tek akrabamız Mustafa amcaya teşekkür ediyorum; öyle sessizce değil, bağırarak! Odalarda yankılanıyor sesim. 

Yemekten sonra duşa giriyorum. Bir güzel kırklanıyorum, acelem yok. Babannem olsa “su guşu” derdi diye düşünüyorum içimden, gülüyorum ve haykırıyorum: “Su Kuşu!”. 
Bugün sakallar kesilmeyecek, her şey doğal. Takım elbiseyi boşverip bir kot bir penye buluyorum kendime. Ceketimi giyip fırlıyorum dışarı.

Arabaya doğru ilerlerken, arkamdan bizim apartmanın kapıcısının oğlu dışarı fırlıyor. Hayta yine okula geç kalmış. Yanımdan geçerken tutuyorum kolundan, “Aman Hasan abi!” diye yalvarmaya başlıyor, “Geç kaldım zaten!”. “Dur bir dakika!” diyorum, “Al bakalım şunları, yarın benim daireye gir bilgisayarımı al”, anahtarları bırakıyorum avcunun içine, gülümsüyorum; “senin olsun!”. Şaşkın bakışlarla kalakalıyor öylece. Arabama binip uzaklaşıyorum. 

Göztepe'den Boğaziçi köprüsüne doğru gidiyorum. Büroya uğramam lazım, Maslak'a. Ordan Sarıyer'e bakımevine geçeceğim. Sonra güneş hala denizin üstündeyken geri dönmüş olurum. 

Büroya giriyorum, herkes korkuyla bana bakıyor. Büronun en çalışkan elemanıydım bir hafta öncesine kadar, bendeki bu değişikliği anlamıyorlar elbette. “Oğlum nerdesin, bir haftadır geç kalıyorsun zaten bugün ipin ucunu iyice kaçırdın, Bekir bey köpürdü, 'odama gelsin direk' dedi” bana doğru süratle yürüyen İlker'in ağzından bir çırpıda dökülüyor bunlar. Sabahtan beri belli ki birkaç prova yapmış. Yanıma yaklaşınca üzerimdeki elbiseleri, bir günlük sakalımı farkediyor. Aptal aptal suratıma bakıyor. Gülümsüyorum, anlam veremiyor bana, onun bu halini sevdiğimi düşünüyorum. Sonra daha da ileri gidip sarılıyorum ona. “Seviyorum lan seni” diyorum, bir erkeğin bir erkeğe, onu sevdiğini söylemesi garip geliyor. Ama güzel, içindekileri yargılanmaktan korkmadan, olacakları düşünmeden söyleyebilmek gençleştirici bir şey. Her adımda yüzümdeki gülümseme, içimdeki mutluluk artıyor. Sonra dalıyorum Bekir'in odasına!

“Oo, Hasan Bey teşrif etmişler sonunda” diyor, aklınca alay ediyor benimle, paylamaya başlayacak şimdi. Kapıyı arkamdan kapatıp gülümseyerek üzerine yürüyorum. Bozuluyor, korkuyor. Sandalyesinden kaldırıp bir yumruk atıyorum yüzüne; yumruğum yüzüne tam oturmuyor, çenesini sıyırıyor fakat adam yine de yere yuvarlanıyor. İçimde kalacak bunu yapamazsam, insan şu hayatta düzgünce bir yumruk atmadan ölmemeli. Atlıyorum üstüne, tam yanağının ortasına bir sağ kroşe yolluyorum, çırpınan adamın kaşına geliyor, kaşı açılıyor. Bir de sol kroşe yolluyorum ve sonunda yumruğu oturtmayı başarıyorum. 

Ellerimdeki kanı silerek odadan çıkıyorum, kalem tutmaya alışık ellerim çok acıyor. Kaba kuvvet hiçbir zaman hoşuma gitmemiştir fakat bazen bazı şeylerin yapılması gerekiyor ve bu kez mutluyum. 

Arabaya atlayıp Sarıyer'e geçiyorum. Bakımevinin bahçesinde, çiçekleri severken buluyorum onu. Annem son üç yıldır burda. Beni tanımayacağını bilsem de yanına gidiyorum ve “Anne ben geldim, oğlun Hasan!” diyorum. Boş bakışları var annemin, karşısındakini görmüyor. “Ayvelilerin Hasan mı?” diyor. Beni kocası sandığı günler geçmiş, çok daha öncelere gitmişiz. Belli ki çocukluk arkadaşlarından birine benzetiyor. Ama hüzünlü değilim bu kez, dayanamazdım onu böyle görmeye, gözyaşlarımı tutamazdım hiç. Bu kez mutluyum, biraz buruk da olsa gülümsüyorum. Alzheimer ilk defa güzel geliyor; hatırlayamamak, bağlanmamak yani kaybetmemek demek. Belki ilk defa işe yarayacak şimdi, bir kadını oğlunun ölümü ile yüzleşmekten kurtaracak. Sarılıp öpüyorum doya doya, tanımıyor beni ama sevgiyi hissediyor. Gözlerinden tombul yanaklarından öpüyorum onu, kokusunu içime çekiyorum: “Yaşamak güzel şey anne” diyorum alçak sesle, “Teşekkür ederim!”.

Tekrar atlıyorum arabaya, güneş şimdi tam tepede. Camı açıyorum, rüzgar püfür püfür eserek içeri doluyor. Sahil yolundan Ortaköy'e kadar sakin sakin gidiyorum, tadını çıkartarak. Tanıdığım sevdiğim herkesi gördüm bugün, herkese veda ettim. Ne kadar küçük bir hayatım varmış. 

Eski sevgilime de uğrasam mı? İki sene oldu be, hem ne Hande'yi ne de ondan öncekileri çok da umursamadım. Belki Banu, yirmi yaşımın deli aşkı Banu! Ulan on beş yıl olmuş, ben hala ne düşünüyorum. 

Gülüyorum kendi kendime, esen rüzgar ve deniz kokusu sarhoş ediyor: 
“Yaşamak güzel be!” diyorum.

Doktordan tetkikleri alalı bir hafta oldu. Bir haftadır kıvrandıran bir ağrı gibiydi bu fikir; işe geç kalıyorum, yemek yemeği unutuyorum, dalgınım, mutsuzum. Bildiğimiz bunalım hali işte. Ölüm fikri giderek büyüdü içimde ama sonunda yendim onu ve en sonunda bugün kendimi de yendim, yıllardır uyuduğum kozadan çıktım. 

Boğaz köprüsünün üstünde arabayı durdurup dışarı çıkıyorum. Koşarak trabzanlara tırmanıyorum. Güneş denizin üstüne düşmüş, pırıltılar her yanda, Ortaköy Camisi, ilerde Karaköy, Haliç, Sarayburnu, Kızkulesi ve Marmara. Rüzgar içime işliyor, saçlarımın köklerinde hissediyorum, ruhumu hafifletiyor. Trabzanların üstünde bir ip cambazı gibiyim, kollarımı açıyorum denize doğru dönüyorum. İçimden mi söylüyorum yoksa bağırıyor muyum bilmiyorum:
“Yaşamak güzel şey be!” 


02.11.09


1 yorum:

Büşra AKDOĞAN dedi ki...

Bu hikaye sağlam geldi. Yazdıklarını yeniden okuyabilmek güzel.