9 Şubat 2010 Salı

Market

Bir süpermarketin reyonları arasında dolaşıyordum. Yalnızdım, kendi halinde alışveriş yapan insanların arasında amaçsızca ürünlere bakıyordum. Sanki sonsuz bir labirentti burası, reyonlar arasında labirentteki fareler gibiydik. Bir girişi ve çıkışı yoktu, biz bu dünyanın esirleriydik.
Meyve ve sebzelerin arasında dolaşırken bir portakala çarptı elim, yere düşen portakal yuvarlandı gitti. Yavaş yavaş yanına yürüdüm, eğilip yerden aldım. Pütürlü yüzeyinin küçük kıvrımları arasından tıslamayla karışık bir ses geliyordu. Hani portakalın kabuğunu sıkınca yağ fışkırır, turuncu sıvı her tarafa ekşi bir esans yayarak dağılır. Aynen öyleydi işte, zedelendi sandım. Sıkmamaya dikkat ederek, reyona geri koyacaktım ki bir savaş çığlığı yükseldi sanki, portakalı elimden korkuyla fırlattım. Bütün reyonlardan meyveler havaya fırlamaya başlamıştı, sanki içerde biri varmış da her şeyi dışarı atıyormuş gibi salatalıklar, domatesler havada uçuşuyordu. Pırasalar dağdan aşağıya itilmiş tomruklar gibi yuvarlandılar, mandalinalar giysilerini yırtan insanlar gibi kabuklarını soyuyorlardı, narlar çatırdayarak parçalanıyor taneleri her tarafa kıpkırmızı dağılıyordu.
 İnsanlar önce bu değişimi fark etmediler, aptallaşmış gibiydiler, kafalarını önlerine eğmiş işlerine devam ediyorlardı. Hayretle çevreme bakıyordum, giysilerim, ellerim, kollarım sarı-turuncu yağa bulanmıştı, parmaklarımın uçlarından nar suyu akıyordu, kan kırmızısıydı! İki adım atıp kendimi kurtarmak istedim bu pislikten ama aynı anda bir muzun sırtından pelerinini çıkarır gibi çıkarıp önüme kilim niyetine attığı kabuğuna basarak, yerde beni bekleyen domateslerin üstüne düştüm. Kıpkırmızı, çok tatlı ve kokuluydular. Gerçek bir sahtelik vardı hallerinde, güzellikleri korkutucuydu. Sanki pis pis bakıyorlardı, binlerce domates çekirdeği binlerce göz olmuş, vücudumu sarmıştı.
Son bir gayretle doğruldum ve o zaman fark ettim ki tüm insanlar reyonlardan fırlamış ürünlerin içine boğazlarına kadar batmışlardı; kimi korkuyla çevresine bakıyor, tutunacak bir yer arıyor, kimi hiç umursamadan reyonlar arasında yüzerek dolaşıyordu.
 Benim gibi, çevresini saran ürünlere korkuyla bakan bir kıza doğru ilerleyeme çalıştım. Dağılan yoğurt ve sütün içinde boğulmamak için reyona tırmanıyor, dişleri soğuktan takırdarken, gözleri bulunduğu yerden bir çıkış yolu arıyordu. Pisliğin içinde yüzen balıkların, koşturan tavukların yanından geçtim, her tarafımı yalayan dana dilleriden kurtulup, dans ederek çalkalanan ayranların arasındaki kıza ulaştım. Kolundan tutup “korkma, hadi gidelim” dedim. Kız beni duymuyor gibiydi, ona dokunduğumu fark etmemişti bile. “Bırak beni” diye bağırdı biri, kırılan bir kemiğin çatırtısı gibi içerden bir sesti. Kızın kolu sert bir hareketle itti beni, reyondan aşağıya düştüm. O anda arkamdan, yoğurt ve sütün ortasında yere çarpan kalçamdan bir çığlık yükseldi. Artık sesler de değişiyordu. Görüntüler bulanıklaştı, ayağa kalkmaya çalışırken ayaklarımın beni taşımayı reddettiğini anladım. Karanlık büyüdü, hissizlik sardı her yanı, boşlukta gibiydim artık. Ben diyeceğim bir şey kalmamıştı, bulamacın içinde eriyordum.
Süpermarketteki tüm ürünler bir araya gelmiş, birleşmişlerdi. Onları tüketen biz insanları da aralarına aldılar, hep birlikte kendi sınırlarımızı bozup daha büyük bir yapının parçası olmaya başladık. Ben bitiyor, biz başlıyordu burada. Fena değildi belki bu hal. Ama oluşturduğumuz şeyin pislikten başka bir şey olmadığı duygusu yok mu, işte o beni kahrediyordu!


08.11.09

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba;

Bu yazını çok beğendik, bizce çok başarılı olmuş. Çok keyifle okuduk. Bilhassa meyve ve sebzelerin çıldırdığı anların tasviri çok hoş. Adeta gözümüzde canlandı. Hayal gücün etkileyici. İçinde fantastik öğelerin yer aldığı konuları çok iyi işleyebileceğine dair bir işaret bu bizce. Durmak yok, yazmaya devam! ;-)

Sevgiler

UMAG'dan Güler & Ismail

halilonat dedi ki...

çok teşekkürler, daha bir çok yazı üzerinde konuşmak dileğiyle :)